ÖLÜM HİÇ BİR ZAMAN AŞKLA BU KADAR BÜTÜNLEŞMEDİ...
   
 
  Eleştirileri...

Sanem Altaylı, Torkunc ve Bir "Anlamsız" Senfoni
Bir “Anlamsız” Senfoni….

Mutlu Haspolat


Yukarıdaki eleştirimde bu romanı yazdığı için Altaylı’yı eleştirmiyorum. Yazdıklarını ise evet eleştiriyorum. Ancak asıl eleştirdiklerim ona iltifatlar yağdıran, deli gibi bu sayfaları okuyup, “kaleminize tapıyorum” diyenler...


Bu eleştiri İzedebiyat sitesinde alınmıştır....

:BCHA: Sevgili İzedebiyat okurları ve yazarları;.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, şu an yazdığım yazıyı ne yazmaya yeni başlamış bir insanın şevkini kırmak, ne de emeğine saygısızlık etmek amacıyla yazıyorum. İzedebiyat’ı yaklaşık bir yıldır takip ediyorum.

İzedebiyat’ın kişiliğine veya bu sitede ağırlıklı okunan birilerine eleştiride bulunulunca, bu durum pek çok konu da olduğumuz gibi müthiş bir kenetlenmeye yol açıyor. Yoruma çok açık olan edebiyatı ve edebiyatçıları, vatanı savunurmuşçasına savunmamıza sebep oluyor. Nedense edebiyat gibi değerli bir kavram unutuluyor ve tartışmaya bir siyaset mantığıyla yaklaşılıyor. “Yok efendim biz bir aileyiz, bize böyle nimetler sunan bir siteye nasıl saygısızlık yaparız? Nankör müyüz biz?” şeklinde naralar atan savunmacı bir orduyla karşılaşıyoruz.

Hatta yazar bir hanımın siteyi (daha çok sitede isim yapmış birkaç yazarı, isim vermeden) eleştiren yazısı üzerine “İşte siz İzedebiyat’ı bu kadar tanıyorsunuz!” gibi kökten savunmacı, olayı kör dövüşüne çeviren bir takım eleştiriler yapılıyor. Farkına varmadan, sanal dünyada bizleri okurlarla ve başka yazarlarla tanıştıran böyle önemli bir siteyi tabu haline getirmişiz de bundan pek çoğumuzun haberi yok.

Sonuçta siteyi kutsallaştırıp, kendi amacından saptırarak, kraldan daha kralcı oluyoruz. Bu da sitenin ruhuna zarar veriyor bence. Yıllarca edebiyatla uğraşmış biri olarak tartışmalara ve eleştirilere bakıp hayretler içinde kalıyorum. Elbette kaliteli eleştiriler de çıkıyor. Onlara bir sözüm yok. Gerçekten kaliteli yazılar da çıkıyor. Profesyonelce uğraşı verenlerin de bu siteye yazı gönderdiğini görmek güzel…

Lafı fazla uzatmayacağım… Benim tepkim, aslında millet olarak başka konularda da sergilediğimiz ortak bir davranışa. Doğru birilerinin peşinden gitme ve dışlanmama çabasına benim tepkim. Bu siteye giren, takip eden, müptelası olan herkes bu site hakkında iyi şeyler düşünüyor nedense?.. Aykırı davranmak karakterimize de aykırı gelir bizim. Herkesin iyi dediğini eleştirmek yürek ister bu ülkede. Birileri, herkesin ‘doğrusuna’ paralel düşünmeyip de, iyice cesaretini topladıktan sonra, düşündüklerinin ve bildiklerinin ‘ancak yarısını’ kaleme alarak bu siteyi eleştirir (Çünkü bilinmektedir isimler verse, bütün düşüncelerini aktarsa bir kör dövüşüyle sonuçlanacak bu eleştiri.). bunca temkine, bunca tele dokunmamışlığa rağmen, yine de aforoz edilir o kişi. Türlü şeyler yakıştırılır:

“Bundan pirim elde etmeye çalışıyorsunuz bence…”,

“Kanımca reklam yapıyorsunuz…”,

“Bana göre bu söylediklerinizde hiçbir dayanak yok. Verdiğiniz örnekler de cımbızla çekilerek alınmış, temeli olmayan, kötü niyetli eleştiriler…”

Hatta;

“Kötü görmek isteyen kötü görür!” diye abidik gubidik bir takım Polyanalar bile çıkar karşınıza. Eleştiriyi siz yapmış olmasanız da “lehavlelerle” geçer gününüz.

Kısacası herkesin onayladığı birini yadsıyamazsınız siz. Ben de bu gün aylardır roman kümesinde bütün bölümleriyle ön sıralarda yer alan “Yalnızlık Senfonisi” hakkında bir şeyler karalayacağım… Karalayacağım diyorum, çünkü bu yazıyı bir eleştirmenden çok dört yılını edebiyat fakültesinde geçirmiş ve az çok bir şeyler öğrenerek mezun olmuş biri olarak yazıyorum. (Bakın bu cümleye ne eleştiriler gelecek “Bir dört yıl daha oku istersen”, “önemli olan bu işin teorikte eğitimini almak değil, pratik, pratik önemli…”, “reklamını yapmışsın kardeşiiim…” Hoop dur bi’ dakka, bu romanı okuyan tek edebiyat fakültesi mezunu sen misin?..” vs. )

Bu eleştiriyi; yazmaya başlamış ve kendince de iyi giden, en azından bu iş için emek harcayan sevgili Sanem Altaylı’ya bir iyilik olarak yapacağım. Bu kadar iddialı konuşmamın sebebi ise, romandan teknik olarak, biçem olarak ya da kurgu olarak anlamayanların, hikaye dinlemeyi sevenlerin onu kandırıp durmasıdır. Bu eleştirilerin, onun kendine olan güvenini sağlamlaştırmak, belki de sallantıda olan bir güveni kurtarmak için atılmış güzel adımlar olduğunu düşünüyorum.

Ancak bir başka boyutu var ki bu işin, o da, gerçekçi eleştiriler de bulunmayıp da, ha babam muhteşemsin sen! deyip, günün birinde bu insanın hayal kırıklığına düşmesine sebep olmak. Altaylı’nın romanına yapılan eleştirileri okudum. Bunların içinde en çok Torkunc Bey’in yazdığı yazı etkiledi beni. İşte o an yazılarını beğenerek okuduğum bu yazarın, hayatı boyunca roman okuyup okumadığını sorguladım.

Torkunc Bey eleştirisinde Altaylı’nın kalemine tapıyordu. Gözlerime inanamadım. Dönüp “Hasan Bey’i” ve profilindeki bilgisayarıma da kaydettiğim ve yine çok beğenerek okuduğum yazısını defalarca okudum. Yakıştıramadım. Eleştirisinde kendini ele veriyordu. Deniz(Ege isimli karakterin ölen kocası) olmak istiyor, onun kadar sevilmek istiyordu. Aynen aktarıyorum:

“Deniz olmak istedim. “öğretmenim..öğretmenim” diye sıradan düşecek kadar öne atladım ama öğretmen beni görmüyordu…” (Bu cümlenize de bayıldım doğrusu!)

Kim istemez? Ben de istiyorum doğrusu böyle sevilmek. Ama o romandan dolayı değil… Acaba bu romanın etkisinde kalarak mı Deniz olmak istedi yoksa romanı okumadan önce Deniz kadar sevilen bir erkek olmak istediğini bilmiyor muydu?... Ya da orada anlatılan aşk gerçekten olağanüstü bir aşk mıydı? Romanın detaylarına sonra gireceğim için bu kısmı bu sorularla bırakacağım…

Bir de şu cümleye vurulmuştu Torkunc Bey:

“içimde anlamsız bir sevinç vardı, tıpkı onunla olan randevularıma giderken hissettiğim gibi”

Sonra da ardından şu yorumu yapmış;

“Bu cümlenin hangi ruh halinde ve şartlarda söylendiğini bilen okurların hepsinin gözü nemlenmiş midir?”

Yazar(ya da kahraman –Ege-) İçinde yaşattığı anlamsız bir sevinçten bahsediyor. Sevgilisiyle buluşmaya giderken içinde bir sevinç var ve buna bir anlam veremiyor kızcağız.(Yoğunluğun çiğliği bana göre). Şimdi merak ediyorum kaç kişi sevgilisiyle randevuya giderken heyecanlanıp sevinmez. Kaç kişinin içinde ‘bir sevinç’ yoktur. Ayrıca genellikle sevgiliye olan kavuşmalarda veya buluşmalarda içinizdeki sevincin çok belirgin ‘anlamlarla’ yüklü olduğunu görürsünüz, birazcık kendi hayatınıza dönerseniz…

Bu detaylara girip sizleri sıkmak da istemiyorum açıkçası.Ancak, yazar sırf sevinci sıfatlandırmak için bir “anlamsız” sözcüğü koymuş oraya. Biraz daha süslü görünsün diye cümle sanırım...Çünkü bir sevincin anlamsız olmasını anlamak pek güç doğrusu. İşte bu cümle Torkunç’un da belirttiği gibi, oradaki karakterin içinde bulunduğu durumu da göz önünde bulundurursak, bu durumu iyice anlamsızlaştırmaktadır.

Torkunc’un eleştirisiyle girdim konuya, çünkü şaşırdım doğrusu yazısına.

Ayrıca yine bahsettiğim eleştiride aynen şöyle bir yorum var…

“Peki ya şu cümle: “‘Çok memnun olurum’ dedim. Sesimde saklayamadığım bir mutluluk vardı. ‘Sizi bir daha görmek için ölürüm’ gibi çıkmıştı ağzımdan.” Evet, ben de kabul ediyorum, çok ince bir mizah anlayışı olduğunu Sanem Altaylı’nın”

Burada ince bir mizah anlayışının olduğunu söylüyor Torkunc Bey eleştirisinde. Mizahtan, ince espriden anladığımız bu mu bizim? Ya da bu iki cümleyi bu anlamda bir araya getirmek çok mu zor roman yazma iddiası olan birinin? Ya da bu iki cümle insanda ince bir mizah anlayışı olduğu fikrine götürür mü bizi? Doğrusu sırf güzel bir şeyler yazmak için yazılan bir yazıydı o Torkunc Bey…

‘YALnızlık Senfonisi’ ve ‘YANlızlık Senfonisi’ yorumunuzu da eğlenerek okudum.

Aynen alıyorum:

“Birinci bölümün sonunda kadın, sabahın olmasını sabırsızlıkla beklemektedir. Sabahı zor eden kadın, kahvaltı tepsisi ile yatağa yanaşıp erkeğini uyandırmak için yeltendiğinde büyük bir YANılgıya düştüğünü anlamıştır. Ve birinci bölüm bu YANılgı ile biter.

İkinci bölüm kadının YALnızlığı ile başlar. Ve asıl “senfoni” bu bölüm ile başlar. Şimdi lütfen birinci bölümün adına tekrar bakın. Evet, bölümün adı: YANlızlık Senfonisi, diğerleri ise YALnızlık Senfönisi.”

Ve şöyle bitiriyorsunuz:

“Yanılgıya düşen kadının ıstırabı Sanem Altaylı’nın kalemine yansımış. Küçük bir oyun; ama fevkalade. Beni aramayın boşuna, tapınırken konuşmak adetim değildir… Ya sizin?”

Bunu çözebildiğiniz için asıl sizin zekanıza ve edebiyat anlayışınıza tapınmak lazım Torkunc Bey. Hala tapınıyor musunuz bilmiyorum ama eğer tapınmanız bittiyse bu eleştirinizi ve Altaylı’nın romanını bir kez daha okuyun. Sonra edebiyata ve romancılığa yaptığınız bu haksızlığın bilinçaltınızdaki sebebini öğrenmeye çalışın.

Şunu da ekliyorum ki, Torkunc Bey’in kişiliğiyle bir sorunum yok. Yalnızca bir edebiyatçı olarak yaptığı bu eleştirisine benim tepkim.

Gelelim Altaylı’nın romanına…

Öncelikle, amatör bir yazar için (ki ben dahil pek çoğumuz amatörüz) iyi sayılabilecek bir çalışma. Bu romanın iyi olmasının sebebi, onun tekniğinde, üslubunda, inandırıcılığında (hiç olmayacak olaylar bile çok inandırıcı anlatılabilir, kastım fantastik olması değil), yazarının kalemindeki güçte, olay akışının ve diyalogların sağlamlığında ve bir romanın taşıması gereken pek çok özellikte saklı değil, bilakis yalnızca konusunda gizlidir.

Kocası ölmüş bir kadının içinde bulunduğu ruh hali inceleniyor. Bu ruh hali işlenen konunun ağırlığına rağmen (aşık olunan adamın ölümü… Aşk ve ölüm), bir kadının çala kalem günlüğünden alınan cümlelerle dolu olduğunu görüyorum. Eğer bu olay gerçekten yazarın hayatında olduysa bile hiç yaşanmamış veya yaşansa da bir romana giremeyecek şekilde algılanmış gibi görünüyor.

Anlatımdaki yalınlık daha ilk cümlelerde ortaya çıkıyor. Rüzgarın perdeleri havalandırması, kentte sıcak bir havanın yaşanması bana “Çocuklar Duymasın” dizisindeki (diziyi izlediğimi düşünüp buna takacaklar ve bu diziyi izleyen birinin bu romanı zaten anlayamayacağını söyleyecek akıl küpleri varsa baştan söyleyeyim, o dizi başladığında sekiz yaşındaki yeğenim, kumandayı saklar! ) dar kalıplara bürünen romanlarla dalga geçmek maksadıyla kullanılan replikleri hatırlattı.

Altaylı birtakım klasik roman girişlerinden etkilenmiş ve bir yazar olmak için böyle başlanmalı diye düşünmüş olsa gerek. Yazar romana “Karanlık bir geceydi, rüzgar gök gürültüleri ve yağmurlarla dolu bu geceden çaldığı cesaretle yarı açık pencereden sızarak, ince perdeleri dalgalandırıyordu….” gibi klasik bir giriş yaparak zaten bendeki ‘okunacak roman’ düşüncesini sildi. Yüzlerce romandan çalınmış, ucuz bir tasvirden başka bir şey olmayan bu cümleler, taze sıkılmış portakal suyuna gelmeden, yazarın kafayı taktığı “anlamsız” sözcüğüyle zenginleştirilmiş! Şu cümleyle zirveye çıkıyordu.

“Hem sabaha ne kaldı ki zaten diye avutmaya çalışsam da kendimi , beklemek düşüncesi içimde anlamsız bir sıkıntıya sebep oluyordu, gittikçe büyüyen bir sıkıntı.


Herhangi bir günlükte bile beklemek düşüncesinden kaynaklanan sıkıntının ‘anlamsız’ diye tarif edildiğine rastlamak çok güçtür doğrusu. Acaba yazar bu sözcüğü çok sevdiği için mi bulduğu her fırsatta isimlerin başına eklemiş, yoksa onun duygularında (ileride değineceğim bazı yerlerde olduğu gibi), bir anlamsızlık mı vardı açıklayamadığı? Ya da kaleminin yetmediği yerlerde imdadına yetişen beyaz atlı bir prens miydi bu “anlamsız” kelimesi. Yoksa herkesin anlayıp da benim anlayamadığım bir anlam mı saklı bu süs biberleriyle süslenmeye çalışılmış cümlelerde.

Eser daha sonra““Değil bir yıl, bin yıl yetmez sana olan sevgimi sana anlatmaya,” deyip sıkıca sarılırdı.”

“Tabi ki aynı olmayacak, sana olan sevgimin her gün katlanarak büyüdüğünü düşünürsek, bir senenin sonunda sevgim korkunç boyutlara ulaşmış olacak.” derdi ve gülerdi, onun gülümsemesini çok severdim”

gibi mahalle aralarında gezinip duran, aşklarının yüceliğini anlatmak için, ortaokul yıllarını yaşayan yeni yetme çocukların, 'kalpleri kadar temiz beyaz sayfalara' yazmış olabilecekleri ‘Müslümcü’ cümlelerle devam ediyor. Benim bahsettiğimin aksine, gerçekten bir romanda olabilecek lezzetli cümlelere rastlayanlar varsa lütfen düzeltsinler bu yanılgı mı!…

Rüzgarın yalnızca sokakları kolaçan etmeyip, perdeleri de havalandırdığı bir gece de, sıcaktan mı yoksa heyecandan mı uyuyamadığını anlamakta güçlük çeken Ege, öldüğünü anlamadan birkaç saniye önce aşık olduğu adamın teninde DAHA ÖNCE HİÇ GÖRMEDİĞİ bir masumiyet ve duruluk görüyor. Ölünce masumiyet kazanan tapılacak bir sevgilinin acısıyla da okuyucu yanıp kül oluyor doğrusu!

Sonra gördüğü rüyanın ardından derin duygularını anlatıyor. (Ölüm sonrasında, ölen kişinin ardından hissedilen duygulara saygı duyuyorum elbette. Romanda arabeskle ve günlük dilin en sade biçimiyle ele alınışı sarsıyor beni. Bu çok normal elbette. Herkes mükemmel romanlar yazacak diye bir şey yok. Benim öfkem bu romana abdest almadan secdeye kapandığımızı düşünenlere!)

“Ne kadar da zor Allah’ ım. Onu bir daha göremeyecek, ona dokunamayacak ve içimi ısıtan o sesini bir daha duyamayacaktım. Beni bırakıp gitti. Bu koskocaman acımasız dünyada yapayalnız bıraktı beni. Altından kalkamayacağım acılarla baş başa, güçsüz.”

Bunları söylemek veya söyleyebilmek için yazar olmaya lüzum var mı bilmiyorum. Kocası ölen analarımızın günlük hayattaki cümlelerini yazıp koymak da aynı şey olurdu. Eğer öncesinde edilen birkaç güzel kelam varsa (ki emin değilim) onların derinliğini de yalayıp yutan cümleler bunlar.

Ve devam ediyor Altaylı:

“Odanın kapısı usulca açıldı, büyü bozuldu. Annemin içeriye girmesiyle Deniz beni bırakıp gitmişti yine. Öylesine nefret ettim ki annemden , onu benden aldı diye. Oysa saçma. O benim değildi ki artık. Ölüm öyle uzaklara götürmüştü ki onu...”

“Oysa saçma. O benim değildi artık. Ölüm öyle uzaklara götürmüştü ki onu...” Yazarın bu cümleleri yazarken hissettiği duyguların gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. O kadar yapmacık, ve o kadar yavan çünkü.

Uzun uzun alıntı yapamayacağım için üçüncü bölümdeki;

“Rüyalar gerçek olmuştu, gerçekler kabus” cümlesini alıyorum sadece. Önceki kısımları okuyup da bu cümleye gelince, hangi rüyalarının gerçek olduğunu anlayamıyor insan. Eğer Deniz’le ilgili rüyalarsa bunlar, gerçek olmadığı ortada. Kendisi anlatıyor bunu yazar. Başka bir rüyadan da bahsedilmiyor zaten. İyi bir şeyler söylemek olsun diye söylendiğini anlamamak mümkün değil…Ama amacına ulaşsa içim yanmazdı doğrusu…

Yazarın kalan bölümlerdeki anlatımı pek değişmiyor doğrusu. Önümüze ilahmış gibi getirilen ve popüler bir kültürün, basite olan eğiliminden doğan bu romana secde edenlere hatta tapanlara şaşırmamak elde değil.

Daha sonraki bölümlerden birinde geçmişe bir dönüş yaşanıyor. Hiç tanımadığı bir adamın, iş yemeklerine katılan bir avukatın, kalabalık bir halk otobüsünde parasını verdikten ve orada yalnızca bu adamın adının Deniz olduğunu öğrendikten sonra; tesadüfen arkadaşlarıyla yemeğe çıktığında (Avukatın sıkıcı iş yemeği de aynı restoranda) yeniden karşılaşması, adamın buna kartını vermesi ve kız hiç aramadığı halde, yine tesadüfen, o güne kadar aralarında resmi bir kaç cümle geçen bu iki kişi Kadıköy İskelesi'nde tekrar karşırlar. Ancak aşkın yüceliğini anlatmak için olsa gerek, Deniz ve Ege adındaki bu iki roman kahramanı, planlayarak buluşmuş iki sevgili gibi, hiçbir şey konuşmadan, tek bir sözcük söylemeden, , el ele yürürken, bir klasik Türk Filmi yaşanıyor. Ve yazar kendisi ekliyor “Tıpkı filmlerdeki gibi” (Romanın fantastikliği en çok burada bence:))

Anlatımdaki yavanlık, lisede okuyan bir kızın günlüğünden öteye geçemiyor, maalesef. Pek çok cümle var bu dediklerimi destekleyecek; yazıyı uzatmak istemediğim için hepsini almıyorum. Tıklayıp kendiniz okuyabilirsiniz.

Sonra Tuba diye bir arkadaş çıkıyor ortaya...Hatta bir dost bir kardeş...İtalya'da sanat eğitimi görmektedir Tuba. ancak canciğer arkadaşı Ege'nin kocası ölünce apar topar Türkiye'ye gelir bu kız. Sonraları aralarında geçen diyalog evlere şenlik. Çok zeki bir kız Tuba. Ama hayatının en önemli noktasını teşkil eden İtalyan sevgilisi Ricardo’yu anlatacak Ege’ye. Ve söze girişine dikkat edelim bu noktada. Hatta diyalogu aynen alıyorum.

“Sana Ricardo’dan bahsetmiş miydim?”
“ Hayır” dedim usulca.
“ Yaklaşık bir senedir beraber yaşıyoruz.”


Tuba hayatınındaki en önemli kişiyi, sevgilisini, bir yıldır birlikte yaşadığı adamı, en yakın dostuna, kardeş gibi gördüğü Ege'ye anlatıp anlatmadığını hatırlamıyor. Bu durum, karakter Tuba’nın suçu değil, yazarın zeki diye göklere çıkardığı bu karakteri konuşturmaktan aciz oluşudur.

Ve binlerce dostluk tanımından hiç birine uymayan acayip bir tartışmayla noktalanır bu Ricardo işi. Ege’nin gösterdiği tepkiyi her ne kadar mantıklı temellere oturtmaya çalışsa da Altaylı, bu tartışmanın ve bu tepkilerin ‘anlamsızlığından’ kurtulamaz.

Aynen alıyorum:

“ Ricardo’nun gerçekten bir istisna olup olmadığı konusunda hep kuşku duydum. Telefonda seninle her konuşmamızda konuyu sana açıp fikrini sormak için yanıp tutuşuyordum ama sonuçta bu çok saçma olurdu.”

“ Neden?”

Bu sefer kızgınlıktan çok kırgınlık vardı sesimde. Ben asla sorunlarımı Tuba’yla paylaşmanın saçmalık olacağını düşünmemiştim. Ona tavsiye veremeyecek kadar basit biri miydim Tuba’nın gözünde. Oysa ben onu ne kadar da güçlü görür, altından kalkamadığım her sorunda ona sığınırdım. Düşüncelerimi okumuşçasına devam etti.

“ Saçma gelmesi asla seni basit bir insan olarak gördüğümden değil. Lütfen beni yanlış anlama. Demek istediğim sen Ricardo’yu tanımıyordun ve ben onu sana anlatamazdım, en azından objektif olarak.”

Bu diyaloglar hakkında söyleyecek pek çok şeyim var aslında. Birbirini duymayan iki kişinin konuşmasından (ya da konuşamamasından) öteye gidemiyor bu diyaloglar. Ya da dramatik bir monolog gibi duruyor. Bu monologun dramı; iyi konuşturulamamış, karakterlerine ve yapılarına aykırı davranan romanda hiç görmediğimiz iki yabancının konuşmalarına dayanıyor (Zeki geçinip, aptal davranan karakterlerse bunlar, diyeceğim pek bir şey yok. Ancak birisi mimar, öyle ki Amerika’dan burs kazanıp ulvi sevdasına boyun büküp gitmemiş, diğeri de İtalya’da sergiler açmak üzere olan bir sanatçı. Ve maalesef yukarıdaki konuşma onlara ait). Aslında bu yazarın dramı. Anlatımın hislerimize hitap eden ve yazının güzelliğinden kaynaklanan bir dram yok ortada yani…

Ve Tuba ile Ege arasındaki konuşma devam ediyor. Ege bir yıl boyunca Tuba'nın Ricardo’dan bahsetmemesine çok kızmıştır ve Tuba sevgilisinden Ege'ye neden bahsetmediğinin hesabını vermektedir aşağıdaki konuşmasında:

“ Haklısın, gerçekten de ne desen haklısın. Ama sen Türkiye’de yaşıyordun; bir kocan ve geleneklere uygun bir aile hayatın vardı. Sanırım bir yabancıyla evli olmadan aynı evi paylaştığımı söylemekten korktum.”

Sanatçı Tuba’nın bu sözlerinden, zeka timsali mimar Ege şu sonuçları çıkartıyor:

“Sen İtalya’ya gitmek istediğinde en çok destek verenin, seni cesaretlendirenin hep kendim olduğumu düşünüştüm oysa. Senin gözündeki benim, geri kafalı geleneksel Ege’nin bunu yapabileceğini sanmıyorum.”

Bir İnsanı İtalya'ya gitmesi için desteklemek onu ileri görüşlü yapar mı? "Bana geri kafalı diyemezsin, ben İtalya'ya giderken seni desteklemiştim diyebilir mi bir insan diğerine?" Bu ne yaman diyalog zayıflığıdır, bu yazıya tapan kullar?

Bir de şu cümle "seni cesaretlendirenin hep kendim olduğumu düşünmüştüm oysa." Böyle cümlelerle dolu olan bir romanda; "Oysa, Seni cesaretlendiren kişi ben oldum hep. Ya da öyle sanıyordum..." gibi daha anlaşılır cümleler kurduğunda, bu kaleme tapanlar, tapınmanın ötesini mi arayacaklar*

Şunu da eklemek istiyorum... Tuba'nın söylediklerinden "sen geri kafalısın" anlamı çıkar mı?

Çıkıyormuş demek ki...

Tuba yukarıda söylediklerinden dolayı ‘geleneksel’ ve ‘tutucu’ olarak yargılanır Ege tarafından... Bu arada ‘geleneksel bir insan’ tanımlaması da Türkçe’ye uyuyor mu acaba? Ve bu pek çok kez tekrarlanıyor. ‘Gelenekçi’ mi demek istedi acaba bu tapılacak kalem?

Ege’nin içsel konuşması:

“ Bu, Tuba’yla benim hayatımızdaki ilk tartışmaydı. Ama beni gerçekten de çok yıpratmıştı. Benim hakkımdaki düşüncelerini öğrenmek kafamdaki güçlü dostluğu oldukça sarsmıştı.”

Bu onların aralarında yaşadıkları ilk tartışmadır. Oysa hayatlarında yaşadıkları ilk tartışma gibi duruyor. Şimdi neden tartışmada bu kadar acemi oldukları da anlaşılmış oldu. Düğüm çözüldü yani. Kendi aralarında tartışmayı yeni öğrenen genç, zeki ve eğitimli iki kızın dramatik monologu ve kurgunun kul kurban isteyen okuyucuları!..

Tuba pişman olmuştur. Aslında ne dediğinin farkında değildir – ki zaten bu adım adım görülüyor.. İçindeki yangını söndürmek için şu cümleleri kurar:

“ Hayatta en son istediğim şey seni böyle kırmak, hele de böyle hassas bir dönemde. Kafam çok karışık, inan ne dediğimin farkında değilim. Gerçekten bunlar gerçek düşüncelerim değil, bağışla beni, saçmalıyorum.”

Her nasılsa, Tuba da inanmıştır iğrenç itiraflarda bulunduğuna...

Ve...

Mantığını rafa kaldıran iki kişinin 'zekice konuşmalarını' dikkatle takip eder okuyucular. Ayılıp bayılarak okurlar, yazarını "şef" ilan ettikleri bu diyalogları.

Ege’nin Tuba’nın dediklerini içinden yorumlaması ise şöyledir:

”Gözleri dolu dolu olmuştu. Beni fazla geleneksel, tutucu olmakla suçlamıştı, bunlar öyle bir anda ağızdan çıkıverecek, daha önceden düşünüp karar vermeden söylenecek şeyler değildi. Ama öyle güçsüzdü ki daha fazla üzerine gitmenin anlamı yoktu.”

Tuba İtalya'dan gelmden önce Ege'ye 'geleneksel' ve 'tutucu' demeyi kafasına koymuştu demek ki, bunu içinde kurgulamıştı! Tuba'nın üzerine daha fazla gitmenin de bir 'anlamı' yoktu Ege'ye göre... Ancak, o bölüme tıklatıp, 'daha fazla üstüne gitmenin bir anlamı yok' diyen Ege'nin kızı nasıl doğduğuna pişman ettiğini bir okuyun derim... Bu arada 'Beni fazla geleneksel bulmuştu' ne demek?..

Yukarıda devam eden bu tartışmanın kalan yorumunu da sizlere bırakıyorum. Ve bazılarını yorumlayarak, bazılarını da yorumsuz bırakarak, birkaç diyalog veya içsel tartışma örneği veriyorum:

Ege:

“ En iyi dostumun hiç tanımadığım bir yabancıyla evlenmesi fikri çok tuhaf geldi ama sonuçta evlilik mutlu olunması gereken bir olaydı, en azından benim için”

Tabii ‘evlilik mutlu olunması gereken bir olaydı’ ve bunu hiç kimse düşünemese de! en azından Ege için böyleydi. Sahi kaç kişi mutlu bir evlilik isteyip, düşünememiştir? Ege böyle algılıyordu. “En azından benim için” derken dünyada evlilikteki mutluluk konusunda böyle düşünmeyenler olduğunu da ima ediyordu. Ve battıkça batıyordu. Bir de Tuba’nın hiç tanımadığı bir adamla evlenmesi, bu evliliği çok tuhaf yapmıştı. Demek ki normal evlilikler, en iyi dostunuzun tanıdığı kişilerle yapılabilirdi ancak. Ayrıca şu cümlenin güzelliğine! dikkat edelim:

“…evlilik mutlu olunması gereken bir olaydı, en azından benim için böyleydi”

Konuşmalar devam ediyor:

Tuba telefonda İtalyan sevgilisiyle gizlice neler konuştuğunu anlatıyor:

“ Onu bırakıp apar topar buraya gelmeme kızmış biraz anlayacağın. Dilimin döndüğünce aramızdaki ilişkiyi ve şu an senin yanında olmamın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştım ama sanırım pek de başarılı olamadım. Çünkü ya hemen dönüp onunla evlenmemi ya da sonsuza kadar senin yanında kalabileceğimi söyledi. Daha sonra dönsem bile onu evde bulamayacakmışım. Bir seçim yapmalıymışım kısacası; o ya da sen.”

Modern İtalya'da ne bağnaz adamlar varmış meğer... Acılı dostunu ziyarete giden bir kadına " ya hemen gelir benimle evlenirsin, ya da artık yüzümü göremezsin" diyor. Bırakın İtalya'yı, en ilkel kavimlerde bile sevgilisini bir kızdan kıskanıp, " ya ben ya o!" edebiyatı yapacak kaç erkek vardır acaba?

Bir yıldır, nikahı aklının ucundan bile geçirmeyip, hoyratça yaşamış bir erkek, neden sevgilisinin çok önemli bir mazereti varken ve başka bir ülkedeyken onu evlenmeye zorlar? O gün gelmesini istemesindeki sır perdesi nedir acaba? Azmış, kudurmuş mudur, yoksa romanın kurgusunda mı eksik tahtalar vardır? İşte bunun yorumunu ve mantıksal ve ruhsal çözümlemesini, bu romanı bir nefeste okuduğunu söyleyip, yazarın kalemine kurban olan, bu kurguya tapan hazine avcıları ya da onu şef ilan eden okurlar yapmalıdır...

Sonra, Ege çaresizlik içinde ona kal diyemez! Hatta açıkça kovar. Bense bu öfkenin, bu şiddetin sebebini romanı okuyan diğerleri kadar akıllı olmadığım için bir türlü anlayamadım

Ege:

“ Dostluktan bahseden sen misin? Hayatındaki yaşanan bunca gelişmeyi bir gecede anlatıp sonra da kırılacak bir şey yokmuş gibi davranmamı beklemek mi dostluk? Sen bu zamana kadar kafana göre hareket etmişsin zaten şimdi ne hakla kal diyebilirim ki. Bu hakkı vermedin ki bana zaten.”

Tuba bu kadar yakın bir dostu varken, ne hakla kafasına göre hareket edebilir ki? Değil mi?(Doğrusu bu iki karakter çoğu zaman böyle acıklı duruma düşerler roman boyunca...)

Tuba yıllar önce birbirlerine çocukça verdikleri sözleri bu yaşta, hayatın acı bir tokadı gibi her ikisinin de yüzüne vuruyordu:

“ Hatırlıyor musun? Sizde kaldığım bir akşam bir söz vermiştik birbirimize. Hiçbir erkeğin aramıza girmesine izin vermeyecektik. Sen bu sözü tuttun, Deniz’le evlendiğinde. Amerika’ya gitmekten vazgeçmene kızdığım kadar, seni kaybetmekten de korktum aslında. Yabancı birinin aramıza girip dostluğumuzu bozmasından korktum. Ama sen hiç beni ikinci plana itmeden. Şimdi ben nasıl seni bırakıp Ricardo’ya giderim. Onu nasıl aramıza sokarım.”

Yukarıdaki paragrafta bütün hızıyla devam eden bu yalnızlık komedisi, sevgiliye olan vuslatı, dosta ihanet olarak sunar okuyucuya. Aşka gösterdiği saygıyla romana gözlerini açan Ege, nedense birden bire kurt adam olup; aşka, sevgililerin kavuşmasına, ilişkilere düşman kesilmiştir. Öyle ki Tuba biricik sevgilisine kavuşmayı Ege'ye ihanet olarak algıladığını sezdirir okurlara... Bu nasıl bir ilişkidir Tanrım? Burada verilmek istenen cinsel tercihlerde özgürlük müdür?

Yoksa ben mi iğrenç düşünceleri, kötülük tohumlarıyla beslenmiş, art niyetli bir post - modernistim?

Ve en sonunda, Ege için İtalya’dan bütün işlerini bir kenara itip gelmiş, bir aydır kocası öldü diye ona arkadaşlık eden, kardeş gibi gördüğü Tuba’ya son komik darbeyi vurur. Sanki aynı kulvarda biri için terk edilmektedir Ege. Ege, bir dosttan çok Tuba’yı seven bir erkek gibi davranmaktadır. ağlayıp sızlayalım diye kaleme alınan bu satırlar, traji -komik bir hal alır…

“ Yanılıyorsun. Sen zaten verdiğimiz sözü tutmak için çok geç kaldın. Bana Ricardo’dan bahsetmeyerek zaten önceliğini belirledin, beni ikinci plana ittin. Sen seçimini yapmışsın bence ortada bir sorun yok. Dönme zamanın geldi de geçiyor. Açıp Ricardo’ya kararını bildirsen iyi olur.”

Tuba’nın hayatı söz konusudur görünüşte. Ege, bunun için İtalya’ya dönmek zorunda kalan en yakın dostu! Tuba hakkında öyle tuhaf şeyler düşünmektedir ki, okuyunca insanın dudağı uçukluyor. . Ege dostluğun o müthiş tanımına uygun şekilde erkeksi konuşmalarını şöyle sürdürmektedir:

“Kafamdaki mükemmel dostluğu yıkarak yabancı bir ülkeye, yabancı bir adamın kollarına gitmek ne kazandıracaktı ki ona”

Yabancı bir ülkede yabancı bir adamın kolları olmasa bu yaptığı haklıdır aslında Tuba’nın. Tuba’nın gönül verdiği bir adam için İtalya’ya dönmesi ona ne kazandırır ki?... Bir mimarın hatta çok zeki bir mimarın romanda dillendirilmesi de böylece şok ediyor beni.

Bu satırları ve bu satırlar hakkındaki eleştirileri yazanları görünce, insanın kendi aklına secde etmekten başka çaresi kalmıyor.

Altaylı'nın duygunun dengesini tutturamaması ise onun en büyük eksikliklerinden birisi bence. Kocasının ölümü yüzünden kahrolup, ağlayıp inleyen bir karakterin, daha sonra en yakın arkadaşıyla yaptığı anlamsız bir tartışmadan dolayı daha da çok yıkılması; bana amatör bir paradoks olarak göründü. Kendi içinde çelişen sözde "bir duygu yoğunluğu" var.

Zaten, Altaylı'da Deniz'in ölümü üzerine kurulan ve kurgunun birinci kısmı diye adlandırdığım bölümü de Tuba üzerine söylenilenlerle bitiyor.(Deniz Tuba’nın gelmesiyle birlikte tamamen unutulmuş, okyanusta kaybolan bir adacığa dönüşmüştür!) Hem de ne bitiş! Televizyonlarda oradan oraya gezinen "Gerçek Kesit, Sır Kapısı" gibi uyduruk programlardaki öykülerin bitişi gibi...

Tuba kandırılmış, aldatılmış, zavallı dost Ege’yi bırakıp da İtalya'ya dönmek üzere uçağa binecektir. Ege'nin orada bininceye kadar beklemesini istemeyen Tuba, onu gönderir. Ege oradan ayrıldıktan sonra bu öykü, insanı gülümseten bir şekilde, aşağıdaki gibi sonlanır...

Aynen aktarıyorum:

"O gün ilk uçakla Ankara’ya uçtu, ailesinin yanına. Bir daha İtalya’ya hiç dönmedi, Ricardo’yla asla evlenmedi, resimleri hiç sergilenmedi. O Ege’yi seçti. Ama Ege bunu asla öğrenemedi çünkü o günden sonra Tuba’yla bir daha hiç konuşmadı. Kırgınlığı ve gururu buna engel oldu. Onun İtalya’da, Ricardo’yla mutlu bir hayat sürdüğünü sandı hep. Oysa , o gecenin etkisinden hiç kurtulamadı. O tartışma aralarında geçen ilk ve son tartışmaydı ama ikisinin hayatı içinde bir dönüm noktası oldu, birbirlerinden ayrı yeni hayatlarının başlangıcı..."

Tuba Ege'yi seçmemiştir aslında... Tuba, öykünün bu kısmında öyküye girmiş, tanımadığımız (tıpkı şimdiye kadar kılıktan kılığa bürünmüş diğer Tuba ve Ege'ler gibi ) bir kız olup çıkmıştır. Tuba tapılacak bir romanda olduğunu bilmediği için sır olmuş gitmiştir. Hatta "sır kapısı" olup zekasına yakışmayan bir arabeske bağlamıştır işi... Tuba'nın hazin öyküsü, arkadaşıyla yaşadığı tartışmalardan değil; bu romanda yazarından dolayı kişiliğini bulamamış zavallı bir kız olduğundan kaynaklanmaktadır... Tuba'ya, Ege'ye ve karakterleri oturamayan herkese yazık oldu bu ilk kısmın sonunda...

Eminim sayın Altaylı da ona yapılan iltifatlara benim kadar olmasa da şaşırıyordur... İngiliz Edebiyatı duayeni Mina Urgan'ın çıkarttığı, neredeyse hiç satmayan onca bilimsel eserden sonra, birden bire satış patlaması yaşayan "Bir Dinazorun Anıları" adlı kitabı için "Bu kitap çok sattı... acaba bir yerlerde bir yanlış mı yaptım?" dediğini hatırladım nedense?

Siz ne dersiniz sayın Altaylı?

Daha yazacak çok şey var ama benim vaktim yok. Bir de insanı sıkacak kadar uzun oldu doğrusu. Bunu şimdi fark ettim. Mutlaka bu eleştiride de eksikler ve hatalar vardır. Çalakalem bir eleştiri oldu doğrusu!

Kalan kısımları da benim gibi düşünen biri varsa (inşallah olur!) o bulup çıkarsın. Benden bu kadar.

Yukarıdaki eleştirimde bu romanı yazdığı için Altaylı’yı eleştirmiyorum. Yazdıklarını ise evet eleştiriyorum. Ancak asıl eleştirdiklerim ona iltifatlar yağdıran, deli gibi bu sayfaları okuyup, “kaleminize tapıyorum” diyenler. Türkiye’de roman böyle anlaşılıp, böyle satıyor işte. Merhametimize hitap etsin yeter. Kurgu, teknik, diyalog, edebi sanatlar hak getire! Bunlar olmasa da biz tapmasını bilir, ve başkalarının da bu sözde eserlere tapmasını isteriz.

İçine romanımsı şeyler katılmaya çalışılan ve basit bir fantastiklik kurgusu (Sonra’dan Ege’nin Deniz için ölümü kabul etmesi vs.) ile zenginleştirilmeye çalışılan bu lise günlüğü neden bu kadar iltifat gördü acaba? Gerçekten bu kadar sonlarda mıyız? Ya da bize öğretilen cümleler haricindeki cümleleri anlamaktan yoksun olduğumuz için mi, böyle edebiyattan uzak “Yandım, bittim, kül oldum, hem de gözlemeyi çok severim, annem de hep yapardı zaten” günlüklerini okuyoruz?…

Siz ne dersiniz?

Yazısına (iyi olduğu için değil, emek harcandığı için) ve Altaylı’ya saygım sonsuzdur. Yeter ki doğru yerde olsun! Yeter ki birileri Altaylı’ya eksiklerini söyleyip, onu doğru yere getirsin!

Saygılar,

Mutlu Haspolat...
BU KISMA KENDİ SİTE ADRESİNİ EKLEYEBİLİRSİN
 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
ŞİİR'İN GÜZELLİĞİ
 
Ellerin ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi

Ellerinden belli oluyor bir kadın

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin ellerin ve parmakların



Mona Roza'dan
SEVGİLİYE...
 
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?

Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

Geri Gelen Mektup'tan
GECEDEN KALMA MISRALAR...
 
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,

Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,

Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;

Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!

Geri Gelen Mektup'tan
İYİ Kİ...
 
İyi ki hür doğurmuş beni anam

iyi ki gözümün önünde

tükürmüş paraya babam

iyi ki yırtık bir minderde uyumuşum

iyi ki çaya doğranan ekmekmiş mamam

ve tek oyuncağımmış

telden yapılmış arabam...
 
Site açıldı açılalı 14557 ziyaretçi (30669 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol